Mektubunuzu okurken başıma gelenleri nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Mektubunuzu, olması gerektiği gibi, sırası ile başından sonuna kadar okudum. Okuduktan sonra zaman kaybetmeden alıp sakladım. Fakat her ne yaptıysam kendimi mektubunuza cevap yazmak mecburiyetinden kurtaramadım. Çünkü El Yazmaları’nızı okurken bir daha asla göremeyeceğim bir ölünün ellerini avucumda gördüm. Üstelik irkilmedim ve bu elleri defalarca öptüm. Evdekilerin asla bulamayacağı ama benim her istediğimde ulaşabileceğim bir yere koydum. Bana hediye ettiğiniz bu ölü eller için teşekkür ederim. Aslında bu ilk hediyeniz değil. Diğer mektuplarınızda daha önce hediye ettiğiniz şafii depresyonlarına da değinmek isterim. Beni ite köpeğe ittiniz. Onların patilerini yanaklarıma sürdüm. Mezhep öldüren şurupları bir dikişte bitirdim. Rüyalarımda gördüğüm peygamberlere sizi danıştım. Babama bazı hadislerin doğru olmadığını söyleme cüretinde bulundum. Bu arada, reenkarnasyonu hiç tereddüt etmeden bir kavanoza tıktım. Alt kattakilere (amcamın ailesine) duaları belli bir sayıya göre okuma zorunluluklarının olmadığını ve kitabı anlayacakları dilde de okumaları gerektiğini söyledim. Bu benim Üstkat’a şikayet edilme sebebim oldu. Hadis ve yalan kelimelerini aynı cümle içerisinde kullandığım için Üstkat’ta kahvaltıdan kalma halihazırda bir gerginlik vardı. Ellerimi kapı kulplarına değdirmeden, kapıyı açıp salona geçtim. Üstkat yetkilisi, elinde bana ait bir kitap ile avazı çıktığı kadar, “Nasıl buyurdu Zerdüşt? Anlat, bilelim. Neler söyledi sana Zerdüşt?” diye bağırıyordu.
Görünen o ki, artık müslüman bir mecusiydim. Bu, bana kendimi canlı bomba gibi hissettiriyordu. Ayak serçe parmağım, bir şarapnel parçası adayı olduğunu fark etmiş gibi, kendisini benden saklıyordu. Tüm bunları düşünürken, içimden 257’ye kadar saydığımı farkettim. Bunu sürekli yapıyorum. 900’lerde uyanmak beni ürkütüyor. Bu, 90’larda Kürt olmak gibi bir şey. Üstkat yetkilisi bağırdıkça içimden o şiiri tekrar ediyordum;
Nasıl oluyor bilmem,
Ellerin beliriyor bir bahçenin serin sabahında.
Şeytan yüzüme üflüyor,
Yapraklar adını fısıldıyor kulağıma.
Tam çıldıracakmış gibi oluyorum,
Öküzler geçiyor içimden.
Hiç biri trene bakmıyor.
Kilisenin çanı sesin,
Dinler değişiyor, tarih değişiyor,
Mirkelam değişmiyor.
-Venezuela yazdım bulmacaya.
Biliyorum şu karşıdan gelen de sen değilsin
Bangladeş’te idam edilen fikir de.
Balkonuna kuru biberler asan bir mahalle,
Orta Doğu'nun ne olduğunu az çok biliyor.
Anne ses ver, Amerika yılın teröristini seçiyor.
Ben ben ben!
Yok canım,
yalnızca zalim bir mazlumum ben.
Gülme.
Aslında bende sana ait ne cevherler var daha bir bilsen!
Ayrıca biliyorum,
kilisedeki çan da sen değildin,
nesli tükenen kelaynak da.
Buradan tüm yetkililere sesleniyorum.
-Allahü Ekber!
Anne öbür odada kıl, haberleri izliyorum.
Babam burada olsaydı şey derdi,
Babam burada olsaydı şey derdi
Babam burada olsaydı şey der
Babam burada olsay...1843-1844
Üstkat yetkilisi, salonu terkedince bir şey oldu. 1844’te uyandım. Hiç bu kadar saymamıştım. Peki kaçtan başlamıştım? Bu beni ürkütüyor. Bu beni hem Kürt hem siyasi olmak kadar ürkütüyor. Mektubuma burada son vermek zorundayım. Bana verdiğiniz hediyelere karşın, size “son” verdiğim için beni bağışlayın. Sağlıcakla kalın.
Yasin Canpolat